9.4.10

Söz uçar yazı kalır,
Dostlar beni hatırlasın.

21.12.09

Yedikule Meydan Muharebesi

Sen ki 19 yaşında Osmanlı Devleti’nin tahtına çıkmışsın; baban II.Murad, deden desen 5 kardeşini alt edip Fetret dönemini kapatmış Çelebi Mehmet. Büyük dedeni zaten hiç söylemiyorum. Yıldırım Bayezid. Büyük deden koskoca Kostantinapolis’i kuşatmış ama ele geçirememiş. Koskoca dediğime bakma. Bugün “sur içi bölge” diye tabir ettiğimiz yer aslında. Ama olsun tarih boyunca Araplar’dan tut, Selçuklu’lara kadar her medeniyetin sahip olmak isteyip de sahip olamadığı bir Kostantinapolis. 2 yıl boyunca top döktürmeydi, donanmaydı yağdı kazıktı derken o gün gelip çatmış istediğini almışsın. “Kostantinapolis”, yazımızın bundan sonraki bölümünde yerini “İstanbul”a bırakacaktır. O zamana kadar ki ünvanın sadece sultan iken artık İstanbul’un Fatih’i “Fatih Sultan Mehmet” olmuş.

İnsan, ceddinin tarihini okuyunca duygulanıyor ister istemez. Bi Fatih’e bakıyorum bi bana. O 7 dil biliyor ben 1 buçuk. Koskoca Fatih İstanbul’u 50 günde ele geçirmiş, bizi kıçı kırık Yedikule surlarından dökmeleri 15 bilemedin 20 dakika sürdü…

Hazırlıkta spor salonu yapılacak diye toplanan paralar 4.yılın sonunda Belediye’nin okullara spor salonu yapma projesiyle inşaat halinde karşımıza çıktı. O zamanlar da toplanan paralar belli ki spor salonu yerine spor hocalarının “spor araba”larına yetmiş olacak ki onlar da arabalarını değiştirdiler. İnşaat nedeniyle büyük bahçeyi kapatıp tüm öğrencilere “göt” kadar büyüklükte olan arka bahçeyi tahsis eden idareye ayrıca selam ediyorum. Her tenefüs kişi başına düşen 1 m²’lik alan sinir harbini artırmış kimin kime omuz attığı, kimin kime değdirip kaçtığı belli olmuyordu.

Gel zaman git zaman günlerden Cuma günü ön bahçe tören için açılmış tüm öğrenciler alanı doldurmuştu. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak okulu boşaltmak bir problemdi. İnşaat nedeniyle çıkış kapısı daraldıkça daralmış kimseye çarpmadan geçmek imkânsız hale gelmişti. Herkesin dağıldığı bir anda çıkış kapısının oralarda bir yerde kafasını deve kuşu gibi uzatmış etrafta tanıdık arayan Kaan’ı gördüm. Ve maalesef o da beni gördü yanına çağırdı acil olarak. Anlamıştım başına bela aldığını. Ve dolaylı olarak banada bir bok olacağını sezmiştim. Çünkü Kaan kavga etmeye meyilli, çok rahat göze batan tanımasam benimde rahatlıkla uyuz olacağım bir tipti. Ben de götüme güvenemediğim için Kaan gibi kafamı deve kuşu gibi kaldırıp onu gördüm ve yanıma çağırdım acil olarak. İşler boka sarmıştı. Çünkü çağırdığım adam okulun yarısının ona uyuz olduğu İlkay’dı. Sadece uyuz olmakla kalmıyorlar zaman zaman sözlü, zaman zaman fiziki tacizler de bulunuyorlardı. İlkay’da onlardan aşağı kalmıyor geri adım atmıyordu.

Okulla alakası olmayan bir adam bile İlkay’ı gördüğünde olaya dahil olabilirdi. Öyle de oldu. Abuk sabuk bi tip Kaan’a geçerken omuz atmış. Kaan’da beni çağırmış ben olaya dahil olduğum sırada İlkay’a el etmişim. Manas desen İlkay’ın peşinden koşmuş. İlkay gelmiş birden çökmüş grubun üstüne. Sonra Kaan’ı göndermişler servise. Biz kalmışız grubun içinde. Karşı taraf amip gibi çoğalırken biz en fazla 7-8 kişiyi bulmuşuz.

Kavgada ki esas oğlan ortada yokken biz yan oyuncular çok pis bi kumpasa getirilmiştik. Cadde kapanmış düşmanın Zeytinburnu’na kadar bizleri püskürtmesi başlamıştı. Arkamızda ki kalabalık bölünerek çoğalıyor tekmeler ,yumruklar havada uçuşuyordu. Hikmet’le Serhat’ın yedikleri yumrukları saymaya çalışırken bende arkadan aldığım bir tekmeyle eşek tepmişe döndüm. Bu sırada Manas gözüne yediği yumruğun etkisiyle ağacın dibine kıvrılırken bunu gören Hikmet ve İlkay; Manas’ı deviren yamuk burunlu çocuğu araya aldı ve herkesin tahmin edeceği üzere onun amına bile koydu ihi ihi ihi…

Kalabalığın öfkesi dinmek bilmezken kaçış esnasında üzerimde ki poların olmadığını fark ettim. O sırada yediğim yumruklara mı yanayım polara saydığım paraya mı yanayım bilemedim. Sur dışına çıkarken gördüm Bekir’le Yasin’i. Bekir desen babası imam, kendisi babasının oğlu derler ya hani o derece ilim irfan sahibi, bir o kadar terbiyeli sınıfın en uslu, en çalışkan öğrencisi . Ağzından bir kere bile “lan” kelimesinin çıktığına şahit olmamışızdır. Ama içinden herkese ana avrat düz gidiyordur eminim. Kavgaya girememesine rağmen vicdan sahibi Bekir bizim manevi gücümüz olarak bu kaçışımızda yanımızda yer aldı. Sonradan Bekir kavgaya niye girmedin lan ? sorularına verdiği cevap ise beni benden almıştır.

-Bekir kavgaya niye girmedin lan ?
+ Ya abi şimdi girsem yumruk falan yicem bizimkiler anlar diye yani ?!?

Yasin’in suratına baktığımda ise neden Yasin neden bunu bize yaptın diye soramadım. Neden biz yumruk yerken bizimle geliyorsun. ? Bize garezin ne lan ? soruları boğazımda düğümlendi. Onun o halini görünce daha da kötü oldum. Çünkü suratında ki ifade hepimizin yediği yumrukları yansıtıyordu.

Beni en çok duygularından anlardan biri ise polarımı Yunus’un elinde görmem olmuştu. O da bizleri yalnız bırakmamış kızlarla beraber arkamızdan geliyormuş meğersem. Bari kavgaya giremedim malzemecilik yapayım diyerekten kiminin çantasını kiminin hırkasını taşımış. Onunla göz göze geldiğimiz an ise görülmeye değerdi. Gözleri yaşlı hüngür hüngür, Yunus kızlarla beraber duygu patlaması yaşıyordu. Orda ağlayacağına gel burada dayak ye lan diyemiyorsun haliyle.

Sur çıkışında ise bir sessizlik oldu. Kalabalığın çoğu peşimizden gelmeyi bırakmış ortalık düzelmişti. Artık barış zamanıydı ve barış elçisi olarak ben ortaya atıldım. Tamam lan tamam durun bi konuşalım diyemeden bakkalın şişman,tek kaş yavşak oğlu suratıma bir yumruk atarak ortalığı yeniden alevlendirdi.
Yediğim yumruktan sonra Cemil çocuğun üstüne atıldı ibreyi kendine çevirdi. Pantolon kemeriyle Cemil’i kırbaçlayıp çocuğu surun aşağısında ki tarlaya düşürmek üzereyken ufukta İlkay belirdi ve eline geçirdiği bira şişesini tek kaşın kafasını yarmak suretiyle indiriverdi. Ortalık kan yerine döndüğü sırada biz yolun karşı tarafına geçmiştik. Ancak karşı caddeden şişe olsun cam olsun her türlü zararlı madde atılmaya devam ediyordu.

Olayı bitiren sonradan gelen Burhan olmuştu. Burhan’ın bölgede ki ağırlı kendini hissettirmiş ve bizi gururlandırmıştı. ”Bizde Burhan var olum bekleyin s.kicez ebenizi ühü ühü” diye boş yere sızlandık durduk. Ama bizde Burhan vardı.

Koskoca Fatih’in 50 günde zor aldığı surlardan bizi 20 dakika da yollamışlardı. I.Yedikule Meydan Muharebesi bozguna uğradığımız olaylardan biri olarak tarih sahnesinde ki yerini almıştır. Ancak hızını alamayan Burhan demez mi “ yürüyün lan geri gidiyoruz oraya”…

20.10.09

Sevgi Kelebeği


Ekranın sağ alt köşesinde resmi belirdiğinde birden irkildim. Eskiden olsa sıfata bak sıfata deyip pencereyi kaparken şimdi içimi tarifi imkansız bir mutluluk kaplamıştı. Günlerdir yazamamanın verdiği etkiyle anlık ileti bombardımanına tuttum onu. Halini hatrını sordum, derslerini sordum. Oku büyük adam ol seni yanıma alacam diye gaz bile verdim. Bakarsın ben seni yanıma alırım aslan dedi. Tamam lan uzatma konuya giriyorum dedim.

Artık bu alemden çekilme zamanı. Bu son iş ve son vurgun. Sonra bırakalım da itler, çakallar istedikleri gibi oynasınlar bizim yokluğumuzda. Ben her şeyi ayarladım. Teslimatı sen yapacaksın. Saat 2’de Beşiktaş’ta bi tekne bizi bekliyor olacak. Oradan ver elini Yunan Adaları. Türkiye’den çıktıktan sonra dolaşım serbest.”Abi iyide sen bu planları ne zaman yaptın” dedi bana. “Sen benim geceleri uyuduğumu mu sanıyorsun gerizekalı” dedim kızdım ona. Bizim gibileri insan yerine koyan bi tek Hollanda var diye ekledim. Orada sade bir nikâh, mutlu bir yuva boy boy çocuklar…

Muhabbetin boka sardığını anlamış olacak ki titretti beni. Yine uçtun olum alemin en baba adamlarını Hollanda’ya evlendirmeye gönderdin dedi ve hayalgücüme ağza alınmayacak küfürler etti. Gücüme gitmişti söyledikleri ama haklıydı. Sen git yer altı dünyasının en gizemli adamlarını Hollanda’ya gönder nikâhı bas mutluluklar dile. Nerde görülmüş totoş mafya babası. Her şeyden önce racona ters, mafya babalarına saygısızlık. Sonuçta onların işi de kolay değil.

Sürekli aynı şeyleri tekrar etmemden sıkılmış olacak ki “ne oldu lan ilhamını mı” kaybettin dedi bana. Altına işemiş de annesine söylemeye çekinen çocuklar gibi çaresizce onayladım söylediklerini. İçim burkulmuştu. Benim bu halimden yararlanıp başladı bana akıl vermeye. Doğayı dinlemem gerektiğini o muhteşem ahenkte mutlaka bana ilham veren bir şeylerin olacağını fısıldadı. Kahkaha attım bu satırları okuduğumda. Bana bu tavsiyeyi veren Abdullah olmasa karşımdakinin doğaya, kuşlara, böceklere çok aşık bir insan olduğunu düşünücem ama maalesef karşımda ki Abdullah’tı.

Doğayı gel birlikte dinleyelim dedim. Bakarsın o muhteşem ahenkte benim kulağıma değilde seninkine bir şeyler fısıldar ilham perileri sende bana söylersin dedim, kabul etmedi. Ben kız arkadaşımla dinlemeyi tercih ederim dedi. Gel Hollanda’ya kaçalım dedim. Onada yanaşmadı sevgi kelebeği.

Abdullah’tan da istediğim verimi alamayınca gel dedim senle tavla atalım. Kendini çok iyi oyuncu sanan Abdullah bu teklifi duyunca “Biliyosun fena yenerim ezerim geçerim ehe ehe” diye sırıtmaya başladı ve teklifimi kabul etti. Halbuki her zaman yenen bendim. Ve o hiçbir zaman kabul etmeyecek olsa da bu oyunu ondan sonra öğrenmeme rağmen ondan daha iyi oynuyordum. Her yenilişinde daha da hırslanan Abdullah “çok şanslıydın olum,ben daha oynamam senle ühü ühü” diye boktan sebeplerle karşıma çıkıp bir maç daha teklif ederdi. Oyuna başlamadan önce şen şakrak olan, şakaları ardı ardına patlatan Abdullah, maçtan sonra kızgın bir boğa gibi saldıracak yer aradı.

Maç öncesi, Abdullah’ın “suyu ısıt” geliyorum diye yaptığı belden aşağı şakalar 5-1 ve 5-2’lik skorlardan sonra yerini belden aşağı küfürlere bırakmıştı. Az önce kendini doğanın eşsiz güzelliklerine bırakan sevgi kelebeği bu ağır mağlubiyetlerden sonra tanımlayamayacağım bir haleti ruhiye dönüşmüştü. Halbuki suyu da ısıtmıştım…

18.9.09

Bir Garip Hikâye

17 yaşındayım ben. Siz bakmayın benim yaşıma. İnsanların hayatları boyunca elde edemediklerini ben henüz 17 yaşındayken elde ettim. Benim ailem çok zengin. Paranın gücü her kapıyı açar hem. Bilirim ki ben bir hata yaparsam ailem beni korur bütün kötülüklerden. Öylesine bağlı bir aileyiz biz.

Hem çok yakışıklıyım ben. Severim popüler olmayı. Herkes beni konuşsun, benim etrafımda bulunsun isterim. Biri benimle ilgilenmediği zaman çok sinirlenirim. 17 yaşında olduğuma bakmayın siz çok asabi biriyimdir. Kıskanırım sevdiğimi. Hem o kadar kıskanırım ki onu benden başkasına yâr etmem. Bu yaşıma bir de cinayet sığdırdım biliyor musunuz ? Ama bu yaptıklarımın kıskançlıkla alakası yok...

Dedim ya bir hata yaparsam ailem devreye girer ve başımı beladan kurtarır benim. Bu zamana kadar hep öyle olmuştu çünkü. Şimdi de öyle olacaktı. Ben öyle sanıyordum. Sanırım bazı şeyleri gözden kaçırdım.

Hâlbuki kız arkadaşıma çok güzel bir plan hazırlamıştım. 17 yaşında olmama rağmen kafam iyi çalışır benim. Bir gün öncesinden de "sana bir süprizim var" demiştim. O gelmeden önce testere bile aldım. Onu arka kapıdan eve sokmayı iyi akıl etmiştim. Çünkü orada güvenlik kameraları yoktu. Anlamazdı zaten o da. Benim kadar akıllı değildi nasıl olsa.

Onun çığlıklarına aldırmadım, hiç acımadım bıçak darbelerini vücuduna saplarken. 29 bıçak darbesi varmış vücudunda. O kanlar içinde yerde kıvranırken fark edemedim o kadar olduğunu.Satın aldığım testereyle canlı canlı kestim o kızın kafasını. Şimdi onu bir torbaya koyar atardım bir köşeye. Öyle de yaptım zaten. Gitar çantasına soktum o güzel kızı. Atladım taksiye gittim dedemin evinin yakınına. Onlara yakın olursam bana birşey olmaz diye düşündüm. Orada bir çöp kutusuna attım çantayı sonra evimin yolunu tuttum. Babam anlamıştı yerde ki kanları gördüğünde. Hemen beni sakinleştirmeye çalıştı "tamam oğlum merak etme hallederiz" dedi bana. Kurtulduk o pis kanlardan, tertemiz olmuştu evimiz. Artık birşey olmazdı bana.

Apar topar çıkardılar beni ülkeden. Merak etme en kısa zamanda döneceksin dediler. 197 gün ailemden uzak kaldım. Uzak kalmama rağmen beni hiç yalnız bırakmamışlardı. Hiçbir sağlık problemim olmadı zaten. Dedim ya çok güzel bakıldı bana. Ailemin yokluğunu hiç hissetmedim.Ama yolunda gitmeyen birşeyler vardı sanki. Sürekli benim haberlerim yapılıyor amcacığım televizyonlara çıkıp "oğlum adaletten kaçamazsın hepimiz merak ediyoruz seni" diyordu. Amcam böyle konuşunca şaşırıyordum. Beni onlar saklıyordu ki zaten. Hakkımda yapılan haberler hergün çoğalıyor türkiye'nin gündemine oturuyordum. Galiba hesaba katmadığımız tam da buydu. Bu kadar haber olmasaydım ailem bir yolunu bulur beni geri getirirdi. Saklanırken o kadar rahattım ki hiç tipimi değiştirmeye gerek duymadım. Sakallarımı uzattım sadece. Ama duydum ki babam hapse girmiş annem de amerika'ya kaçmış. Galiba onların da başları belaya girmişti.

Birileri televizyona çıkıp "çember daralıyor" falan diyordu sürekli. Ailem beni teslim etmeye karar vermişti ve emniyetle pazarlık yapıyordu. Ne zaman teslim edileceğim, nasıl muamele göreceğim, hangi suçtan yargılanacağım, ne kadar ceza yiyeceğim ve hatta hangi cezaevinde yatacağım bile konuşulmuştu. Herşeyi düşünmüştü benim ailem. Herkesin ne zaman ne söyleyeceği de kararlaştırılmıştı. Ben "çok pişmanım, keşke ben öldürseydim" diyecektim avukatlarım da benim çocuk olduğumu, piskolojik sorunlarım olduğunu söyleyecekti herkese. Ama bir dakika ben çocuk falan değilim. Baksanıza sakallarıma.

Endişe etmeye gerek yoktu.Birileri geldi beni teslim aldı.Ve hazırlanan senaryo devreye girdi. Oyuncular bir garip aile, seyirciler ise 70 milyondu. İşte bu benim garip hikâyem. Adım: Cem, Soyadım: Garipoğlu...

14.9.09

Bıyıklı

Anadolu liselerine kapak atamayan ama diploma notu iyi olanlar giriyordu süper liselere. Milli piyango da büyük ikramiye kazanamayan ancak amortiyle teselli bulan biri gibi aslında. Düz liselerden bazı farkları vardı elbette. Daha az kişili sınıflar, daha kaliteli hocalar ve daha az dayak. Belki de en önemlisi bu. Canı sıkılınca dayak atan hocalar pek bulaşmaz. Burada ki öğrenciler de zekiydi ama çok değil. Her şeyden biraz vardı özet olarak. Bizim sınıfımızda öyleydi.

Çok çabucak kaynaştı herkes. Bu da derslerin daha zevkli geçmesine ve hocalara karşı sınıf olarak tepki vermeyi kolaylaştırdı. Hoca mı yuhalanacak biri çıkar gereğini yapar ve yerini sınıfa bırakırdı. Sonuç olarak fatura tüm sınıfa kesilirdi ve bu hep böyle oldu. Hocaları tanıma evresi de diğer sınıflara oranla çok kısa sürdü. Bir hocanın ne “mal” olduğunu anlamak birkaç dersine girmekle mümkündü. Bu “bıyıklı” ve “cüce” içinde geçerliydi.

Hıncal-Haşmet, Erman-Şansal ne ise Bıyıklı ve cüce de öyleydi bizler için. Ayrılmaz ikiliydi. Okul içinde birbirinden ayrılmayan bu ikili derslere de çoğu zaman birlikte girerlerdi. Cüce, bıyıklıya göre daha gençti ve toy’du. Ama o da ileride bir “bıyıklı” olacaktı. Onda bu potansiyeli görüyordum. Sakallı öğrencileri kenara çekip: “Hoccceaamm ne yapalım bunları” deyip keh keh gülen cüceden iyi bir “bıyıklı” olabilirdi. İlk dersleri sıkı tutan bıyıklı-cüce ikilisi kendilerini askeri eğitim kampında sanıyorlardı. Onlarla beraber bizlerde birer askerdik ve emirlere kesin itaat ediyorduk. Ta ki onları “bıyıklı” ve “cüce” ilân edene kadar. O da fazla sürmedi zaten. İlk zamanlar ; bana bakın takla atamayanı kırk tur koştururum ,asarım, keserim uleen tehditleri savurarak bizi korkutan bıyıklı sonraki zamanlar da aynı hareketlere devam etse de adına şarkılar yazılmaktan kurtulamayacak ve :

“buralarııı yıkılıyoooo benden yıkılıyooo, hergün peşime bıyıklı takılıyoooo”

bestelerine maruz kalacaktı.

Zamanla üst sınıflar üzerinde ki hakimiyetini kaybeden bıyıklı, liseye yeni başlayan çömez öğrenciler üzerinde aynı numaraları deneyip kendini tekrar ederken yine bir beden dersinde başına talihsiz bir olay geldi. Bahçede, etrafında topladığı öğrencilere nutuk atan bizim bıyıklı muhtemelen yine atıp tutuyordu. Onun bu hali bizim sınıfın dikkatini çekmiş olacak ki sınıftan bahçeye seslenmek suretiyle derse müdahele söz konusu olmuştu.

-“bıyııııııııııııııkkk”
-“lann bıyııııııııııkkk”

deyip içeri kaçan bizler tacizi sürdürürken bıyıklı ara ara bizi kesmeye çalışsa da sonuç olarak görememiş ve bunu öğrencilerine yaptırmış ve tüm sınıfı toplayıp soluğu bizim sınıfta almıştır “tırto”…

Öğrencilerini tahtaya dizerek, bağıran kimlerdi diye sorsada bi yandan hocadan korkmuş bi yandan ispiyon ettikleri zaman yiyecekleri dayağı düşünen öğrenciler hiç kimseyi teşhis edemedi. Kimi “hmmm hocam esmerdi sanki” kimisi ise “ceketi vardı hocam” dese de öğrencilerden bir şey çıkmamış, iş yine bıyıklıya kalmıştı. Rastgele seçtiği adamları gösterip bu muydu, bu muydu diye debelenirken Burhan içinde aynı şeyi sormuştur. Burhan da “inek şaban” edasıyla “heee ben” diye sert çıkınca bıyıklının tekmesine maruz kalmış ve sıranın altından yeni yetme öğrencilere el-kol hareketi yaparak üzerinde ki tehlikeyi savurmuştur.

Başka hocalar olaya dahil olsa da failler bulunamamış 4 yıldır salladığı tehditleri savurarak bir hışımla çıkmıştır sınıftan. Bıyıklıyı göt etmenin verdiği tatmin duygusuyla “yd11tm-a” sınıfı kendinden geçmiş ve zaferlerine bir zafer daha eklemiştir.


Beden dersi için eşofman; 30 lira
Ayakkabı; 50 lira
Bıyıklı’yı göt etmenin değeri ; paha biçilemez
Geri kalan her şey için MasterCard…

1.9.09

61.Hükümet


Globâl kriz, işsizlik, terör, demokratik açılım derken üzerimizde ki mahalle baskısı artarak devam ediyordu. Akabinde yaşayacağımız oy kaybı gelecek seçimler için beni ve partimi düşündürüyordu. Bunların üzerine yetmezmiş gibi partide ki yolsuzluklar gün ışığına çıkmış medya ve kokuşmuş muhalefet bizi giderek köşeye sıkıştırıyordu.

Hasta yatağından kalkıp yeniden kükremeliydi benim partim. Kabineyi topladım ve Maho ağa düsturuyla “koviyrem ulan hepinizi kovdim gitti” diyerek kapıyı vurdum çıktım.61.hükümeti kurmak kolay olmayacaktı. Ama 8 yıldır iktidarda olan ben bunun da üzerinden gelebilirdim. Hedefim bi 30 yıl daha iktidarda kalmaktı ve dünyaya kazık çakmaya niyetliydim.

İşe yardımcılarımı atamakta başladım. Aklıma ilk gelen isim Kaan’dı. Onu Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı yapmak ne kadar doğruydu bilemiyorum. Başbakan’ın yardımcısı demek bi başbakan’ın sözcüsü demekti. Kaan agresifti fazlasıyla faşistti bu görev ona layık değildi. Sonraki yıllarda üzerime oynayabilir koltuğumu elimden alabilirdi. Onu daha düşük bir makama getirmeliydim. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olmasında bir mahsur yoktu. Hayırlı olsundu. Ben hala bulamamıştım yardımcımı. Bir diğer adaydı Hikmet. Ama Hikmet’te eksik bir şeyler vardı. Onda ki “hayaaaatt beni neden yoruyosuuunnn” surat ifadesi bu görevi yerine getiremeyeceğine dair ciddi şüpheler uyandırıyordu. Evet Hikmet tam anlamıyla “cool” bir insandı. Ona da Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nı verdim gitti.

Etrafında ki en yakın insanları en uzağında tutan ben hala yardımcımı bulamamıştım. Ciddi bir sorundu 61.hükümet için. Yardımcısız bir başbakan olmazdı nitekim ben de ev arkadaşlarım Caner’le Gökhan'ı Başbakan yardımcısı ve Devlet Bakanı yaptım. Bu sayede yaşadığımız evin kirasını ödemekten kurtulurdum. Benim yerime öderdi onlar. Ne de olsa bugüne bugün yardımcılarımdı. Bir diğer atamam olan Adalet Bakanlığı için fazla vakit harcamadım. Benim için en uygun aday Yasin’di. Yasin olaylara korkusuzca yaklaşan, iş ahlakı olan karizmatik bir savcıydı. Her ne kadar olayların üzerine korkusuzca gidemediğini bilsem de Adalet Bakanım Yasin’di artık.

Birden fazla yabancı dil bilen, diplomatik ilişkilerde deneyimli bir monşer’e ihtiyacım vardı şimdide. Aradığım monşer dibimdeydi ve bu kişi Bekir’den başkası değildi. Geniş bilgi birikimine sahip, dünyada ki her ülkenin başkentini bilecek kadar genel kültür sahibi ve İngilizce, Almanca, Arapça, Farsça ve minimum doğu dillerine hakim olan Bekir artık Dışişleri Bakanı ve Baş Müzakereci olmuştu. Maliye Bakanı için Serhat tam biçilmiş kaftandı. Her ne kadar hakkında dolaşan yolsuzluk iddiaları sonucunda adı “mal-yiyici”ye de çıksa Serhat bu işin üstesinden gelirdi.

Milli Savunma Bakanlığı asker ile hükümet arasında hayati bir öneme sahipti.Bu dengeyi sağlayacak tek isim Abdullah olabilirdi.Abdullah gençlik dönemlerinde “Türk’ün Türk'ten başka dostu yoktur”,” her Türk asker doğar” felsefesini benimsemiş olsa da zaman zaman faşist çıkışlar yapsa da olgunluk döneminde askerliğin zorunlu olmaması gerektiğini savunacak kadar gelişmişti.Beni orduyla yakınlaştıracak isim Abdullah’tı hayırlı olsundu.

Hükümet kurmak kolay değildi tabi. Bu isimler için günlerce çalışmış olsam da zaman kısıtlıydı ve gün ağarmaya başlamıştı. Elif’i de Milli Eğitim Bakanı yaptıktan sonra diğer atamaları da bitirmiştim.

“Geliyooorr geliyorrrr 61.Hükümet
Hem temiz hem de dürüst 61.Hükümett”
“Fark vaaarrrrr 60’la 61 arasında kocaman bi fark varrrr”

sloganlarıyla halkı selamlarken babamın tekmesiyle bir anda uyandım.”kalk lann kalllkk sabah oldu” azarını yer yemez hiddetlendim kızdım babama.Huzurluydum, yinede kurmuştum kabinemi.

31.8.09

Bu Okuldan Mısın ?


İçeriye adımımı atar atmaz hissetmiştim bir gariplik olduğunu. Anlamalıydım aslında radyoda çalan kral fm’den, bilgisayarın açık monitöründe ki yemek tarifinden oranın öğrenci işleri odası olduğunu.

Okulum bana değer veriyordu galiba. O insanlar şimdi bana ne güzel davranır dedim ve girdim içeri. Ben hayallere dalmış hoş geldiniz efendim, şöyle buyrun gibi bir karşılama beklerken “evet ne vardı” diye bir sesle irkildim. Aslında “evet ne vardı” sözünün içinde çok derin anlamlar gizliydi. Eğitim hayatım boyunca her gidişimde bu sözün altında başka başka anlamlar çıkardım.

En temel hakkım öğrenci belgesi almakken itildim ,aşağılandım, hor görüldüm.Neden istiyorsun,nerede kullanacaksın sorularına maruz kaldım.Tek başıma azarlanmak yetmiyormuş gibi orada bulunanlarla beraber fırça yemekten yine kurtulamadım.Neden istiyorsun sorusu bu sefer neden hepiniz aynı zamanda istiyorsunuza dönmüştü.Şaşırmıştım…Bir kâğıt parçasının ertesi gün verilmesine de sonradan alıştım zaten.

Dekanlık, personeline boş zamanlarında canı sıkılmasın diye bilgisayarlara oyun yükletmişti herhalde. Ne zaman gitsem bir tanesi açık oluyordu çünkü. Yaklaşık 10.000 öğrencinin bulunduğu fakültede nasıl olur da öğrenci işlerinin, işi olmaz şaşılacak şey doğrusu. Madem bu kadar bol zamanınız var bizler neden final sınavlarını olduğumuz da otomasyondan vize sonuçlarını henüz öğrenebiliyoruz. Çünkü ben ne zaman gitsem ya oyun oynuyorsunuz ya da dedikodu yapıyorsunuz. Ben gittikten sonra herkes işine sarılıyor galiba. Razıyım yinede; ben görmesem de sizler mutlaka çalışıyorsunuzdur.

Hem o kadar yoğunsunuzdur ki odaya gelmiş öğrenciyi telefonla konuşurken dışarı çıkartma cüretini bile kendinizde görebiliyorsunuzdur. Kapıdan çıktığınızda ulan ben mi yanlış yere geldim diye kafanızı kaldırırsınız öğrenci işleri tabelasını görünce hüzne kapılır sisteme lanet edersiniz. Aslında şikâyet etmek zor değildir ama uğraş gerektirir. Bir kâğıt parçası için bu kadar çabaya değer mi değmez mi bu ikilem arasında gider gelir insan.

Yolunuz ders seçmek için öğrenci işlerine düşerse eğer yukarda saydıklarım devede kulak kalır. Her ne kadar okulumda ki bilgisayarlar 1981 yılından kalmış olsada iyi-kötü diyemeyeceğim kadar kötü bir internet sistemi mevcuttur. İlk bilgisayarında 1981 yılında icat edildiğini bildiğimizden okulun teknolojiye nasıl baktığını anlamak zor değil.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da derslerimi seçemedim ve okulun internet sitesinden bulduğum öğrenci işleri telefon numaralarını bir bir aramaya başladım. İlk aradığım numara öğrenci işleri genel merkezi çıktı. Beni kendi fakülteme yönlendirdi. Şimdi ki aradığım yeni numara ise ısrarla telefonu meşgule veriyor. Ben arıyorum o kapatıyor, ben arıyorum o kapatıyor derken telefonu açan “hee ne vardı” deyince içimi tarifi imkansız bir sevinç kaplamıştı. Evet doğru yerdeydim. Orası benim fakültemin öğrenci işleriydi ve telefona cevap veren de oradaki 60 yaşındaki macır amcaydı. Tanımıştım sesini. Zaten söylediklerinin yarısını anlayabiliyordum bu o olmalıydı. Ben derdimi anlatmaya başladım, bitirmeye fırsat vermeden lafa bir telefon numarası sıkıştırdı ve beni başka numaraya yönlendirdi.

O numara senin bu numara benim derken aptala dönmüş bir şekilde son aradığım numaraya sesimi yükseltmeye başladım. Karşımda ki mahalle karısı üslubuyla bana dik başlılık yapma hee diye çıkıştı. Tamam dedim attım içime.Ben sana yardımcı olmaya çalışıyorum diyerek havayı yumuşattı neyse ki.Ben daha önce aradığım 6 numaraya da söylediklerimi bir çırpıda söyledim.Telefonda çok seri olmak lazım çünkü.Karşıdaki senden sıkıldı mı hemen başka tarafa yönlendirebilirdi.Hatamı bulmuştum galiba.Yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim bu işi hallettim diye düşünürken telefonda ki görevli bana hayatım boyunca unutamayacağım bir cümle sarf etti.

Bu okuldan mısın?...

İlk Aşk


Daha birinci sınıfta aşık olmuştum.Aşk nasıl bir şey daha 7 yaşında bir veletken tatmıştım.Ama benle beraber en az 10 kişi daha aynı kıza aşık olmuştu.Acı olanda buydu belki de.Daha 7 yaşındayken yarışmam gereken en az 10 kişi...

Ben yine 7 yaşında öğrendim hayatın bir yarışmadan ibaret olduğunu.7 yaşında 10 kişiyle başlayan yarışma 17 yaşında yaklaşık 1buçuk milyon insanla devam etti.Hayatın her alanı bir yarışmaydı galiba.Ama ilk sınavımı 10 kişiye karşı verecektim ve kazanmam gereken bir zafer vardı önümde.

Aslında o 10 kişiden 3-5 kişiyi eleyebilirdim.Çünkü onlar çok yaramazdı. Fatma sevmezdi yaramazları. Ben usluydum,ben zekiydim,ben sinsiydim.Sessiz ve derinden gitmeliydim.Ufak kahramanlıklar da beni ön sıralara atabilirdi bu ilk sınavda.Ya da ufak yaralanmalar.Fatma’nın dikkatini çekecek olan her şey…

Kahramanlıklar önemlidir eğer 7 yaşındaysan.Sınıftaki diğer çocuklara karşı sözünü geçirirsen Fatma’nın beyaz atlı prensi olabilirsin.Boyun kısa olabilir ama bunu avantaja çevirmek senin elinde.Atletik vücudunla en hızlı koşan sen olabilirsin mesela.Bu da etkileyebilir Fatma’yı.Bahçede tenekeden top oynarken düşüp dizini kanatırsan Fatma’nın gözünde mağdur olabilirsin.O seninle ilgilenirken sen acıdan kıvranabilirsin .Ona yakın olmak ne de olsa yetiyordur sana.

Yine 7 yaşında anlamıştım utangaç olduğumu.Nerden bilebilirdim bunun en temel karakteristik özelliğim olacağını.Her türlü cinliği yapmama rağmen açılamıyordum Fatma’ya.Rakiplerim bir bir aşklarını ilân ederken ben yerimde sayıyordum.Durumum kurumsal olarak büyümüş ancak sportif bir başarısı olmayan futbol takımları gibiydi.Başarıya giden yolda atılması gereken her adımı atmıştım ama sportif bir başarı yoktu.

Mahallenin abileri,ablaları bile anlamıştı Fatma’ya aşık olduğumu.Gerçi bütün sınıf aşıktı.normaldi bu.Bir tek Fatma anlamamıştı galiba bu durumu.Ne bilsin kız onun dikkatini çekebilmek için şekilden şekle girdiğimi.

Sınıfın en güzel kızıydı Fatma.Öğretmenin en gözde öğrencisiydi.Sınıfın aydınlık yüzüydü.23 nisan bayramlarında sınıfın şair sesiydi o.Sabah törenlerinde andımızı en içten duygularıyla şaşırmadan,sesi kısılmadan,”iyi dersleeerr arkadaşlar” sözünü sonuna kadar söyleyebilen tek öğrenciydi.Fatma’da olması gereken tüm vasıflar vardı.Fatma’ydı çünkü o.Ablası da çok güzeldi.o ayrı…

O anlamadı ben anlatamadım büyüdük hızla.Zaman su gibi akıp geçti ama Fatma yine çok güzeldi.Biraz kilo mu almıştı ne.”biraz” biraz hafif kaçabilir.Ama yinede Fatma candır…

Halil ve Ben


Hocasının yüzüne gülen, onun yanındayken her türlü yalakalığı yapan ama o gittiği zaman arkasından demediğini bırakmayan topluluğa kısaca öğrenci diyorum. Diyorum çünkü ben de böyleydim.

İlkokuldayken “tırt” bir öğrencilik dönemi yaşadım. Daha çok sessiz ve çalışkan takılan ama o kadar çalışkan olmayan hafif sümsük bir öğrencilik. Hiç çalışmadım deyip 95 alanlardandım. Böyleydim çünkü 50 kişilik sınıfta benden daha baskın tipler vardı.

İlkokuldayken eğer biri sizden 1 yaş bile daha büyükse evet bu bir sorundur. Sınıfta ki statüyü belirleyen en büyük etken “yaş” olmuştu. Benim şanssızlığım olsa gerek okuduğum yerde sınıf tekrarı yapan bir hayli fazlaydı. Ve hoca beni onlardan birinin yanına oturtmuştu…

O ne espri yaparsa gülmek zorundaydım. Gülmezsem eğer “gülsene lan hahaha” deyip enseme bi tane indirmesine hazır olmalıydım. Gerçek Recep İvedik’i o zaman tanıdım ben. Halil’in ağzından çıkan her kelimeye kendimi yırtarcasına iştahlı iştahlı sanki gülmeye açmış gibi katılarak gülüyordum. Halil benim idolüm olmuştu birden.
Halil’in adamı olmuştum adeta. Beni çok seviyordu pis şişko. O benim suratıma bi tokat indirdiğinde bende ona sevgi göstergesi olarak göbeğine sevimli ve bir o kadar yumuşak yumruklar atıyordum. Halil ve onun haydut arkadaşı Evren’le de samimiydim artık.”naberrrrr lannn bücüüüürr” nidalarına keh kehh gülüp iyidir “evren senden naberrr” deyip geçiyordum. Benim üzerimden yapılan şakalara aldırmıyor neşemizi kaçırmıyordum.

Halil’le Evren sınıfta ne yaparsa onların yaptıklarını tekrar eden bir Osman vardı. Osman mizahi yönü 0 olan, taklit yeteneği yerlerde sürünen garip bir insandı. Onun gibi bir insan hayatıma bir daha girmedi zaten. Bu yönüyle Osman oldukça marjinaldi. Ama onun bu farklılığı tam olarak “mal”lığından ileri geliyordu. Evet o katıksız maldı. Buna emindim. Duyduğu şakayı 10 saniye sonra kendi yapan bir insan evladı var mıdır bu dünyada bilmiyorum. Osman’da diğerleri gibi sınıf tekrarı yapanlardandı.

Statü gereği bu mal bile dokunulmazlar arasındaydı yani. Halil’in şakalarına katıla katıla gülen ben aynı şakayı Osman’dan duyduğumda birden soğuyordum.
Günler su gibi akıp geçiyor,şamata gırgır derken Halil, ben ve evren muhteşem bir üçlü olmuşken Osman beni dışlamaya başlamıştı. Onun şakalarına gülmeyen Halil ve Evren’in yanında yer alıyor Osman’ın her zaman “göt” olmasını zevkle izliyordum. Diğerlerine gücü yetmeyen, zayıf halka olarak beni gören Osman üzerime oynamaya başlamıştı.

Zaman zaman şiddete maruz kalmak canıma tak etmişti. Bu düzen böyle gidemezdi ve Osman’ı kenara çekip ona haddini bildirmeliydim, öyle de yaptım. Bir gün ders arasında Osman’ın koluna girdim ve onu arka bahçeye götürdüm, çektim kenara. Bak Osman dedim bana karşı tavırların hoşuma gitmiyor,akıllı ol aslanım yoksa “mına korum” senin dedim.Önce biraz korkmuş gibi görünse de o da Halil gibi enseme bi şaplak atıp “sittir lan” dedi ben de gittim…

O günden sonra esprilerine gülmek zorunda olduğum 3 kişi vardı artık. İlk şakalar güzel olsa da aynı şakayı tekrar duymak hele hele Osman gibi bir maldan duymak acı veriyordu bana…

web stats

Hakkımda

Fotoğrafım
paylaşmak güzeldir... http://twitter.com/burkyy16